İnsanın annesini anlatması ne zordur bilirsiniz, kelimeler yetmez çoğu zaman. Hep yazmaya çalıştım ama benimde yetmedi anlatacaklarım…
İş çıkışı yanına uğruyorum. Onunla buluştuğum an, ona dokunduğum, ellerini tuttuğum, bana mahzun bakan gözlerine bakıp, hüzünlenmemeye çalışıyorum. Her defasında zihin haritasına girmeyi başaramıyor, onunla birlikte ben de kayboluyorum.
Küçük bir kız çocuğu elindeki cam şişeyi düşürüp kırıyor. Tam bileğinden akan kanlarla ağlarken bu eller yetişiyor ve kanı durdurmaya çalışırken, korkusunu, acısını da dindirmeyi başarıyor.
Bir başka sahnede yatağın içinde ateşler içinde sayıklarken, buz gibi bir bez parçası alnına konuyor ve gördüğü kâbuslardan uyandırıyor, güvenle açıyor kıpkırmızı gözlerini, bakıyor, şimdi bulanıklaşmış o şefkatli gözlere.
Sabah soba kapağının sesiyle uyandığında; sıcacık bir sabaha kalkacağını düşünüp, başına yorganı çekiyor mutlulukla. Kuş seslerinin, sabah gürültülerinin, güneş ışıklarının, kızarmış ekmek kokularının olduğu bir sabaha.
Yine bir başka sahne; bir köy düğünü, silahlar patlıyor, küçük kız çiçekli elbisesiyle koşuyor eteklerine sarılıyor. Gelin teli takıyor saçlarına bu eller. Tek süsü bu küçük kızın sakinleşiyor, mutlulukla saçlarının arasındaki tellere dokunuyor. İki gün iki gece sürüyor düğün. Davullar, zurnalar, yeme, içme, kalabalık ortamlar, gece yarılarına kadar oturan, eğlenen insanlar.
Buz gibi bir havada kaynar suların içinde köpük köpük çamaşırları sıkan o güçlü eller, nasıl döner ki eski haline, dokunuyorum damarları gözüken incecik narin ellerine, hüzünle.
Eskisi gibi güçlü, güvenli, şefkatli, kızgın, hatta öfkeli olsun istiyorum. Saçlarını tarıyor küçük kızın. Bir türlü açılmayan, ince telli gür saçlarını, kız ağladıkça öfkeleniyor, belki de yapılacak bir sonraki yığınla işleri yetiştirememek endişesi ile.
Başka bir sahnede çok güzel bir elbiseyle kendi yaşında, kendisi gibi çok genç kadınlarla oturuyor, örgü örüyorlar, çay içiyorlar. Nasılda mutlular, kahkahaları dışarıya kadar duyuluyor. O mutlu olunca küçük kızda mutlu oluyor. Akşam eve geldiğinde uzun yollardan gelecek bir babayı bekliyorlar. Önce kokusu geliyor babanın, hasretle buram buram kokan. Koşuyorlar kardeşleriyle kapıya.
Bazılarını hatırlıyor, anlatıyor o da. Anlattıklarını hatırlıyorum ben de. Gülümseyerek bakıyoruz. Defalarca anlatılmış, defalarca tekrar hatırlanmış o anılara.
Olsun, hem ne fark eder ki; senin nefesin, senin sesin, senin elin elimde bin şükür. Zihninin zaman tünelinde defalarca kayboluyoruz. “Evime götür beni” diyor, evinde koltuğunda otururken. Hangi zamanın içinde olmak istediğini düşünüyorum. Keşke bu mümkün olsa değil mi annem? O en mutlu olduğumuz ana dönebilsek ve orada kalsak…
Çok çok gençliğinde taktığı yüzüğünü bulmuşta takmış, ellerini gösteriyor. “Ne kadar yakışmış” diyorum. Küçük bir çocuğu sever gibi. “Al senin olsun” diyor. “Yok sana yakışmış” diyorum. O benim ben onun ellerine bakıyorum. “Bak bak” diyor. “Ne kadar yaşlanmış ellerim”. Uzatıyor ellerini bana.
Sıkı sıkı tutuyor ellerimi “Ellerin üşümüş” diyor, tıpkı küçüklüğümde ısıttığı gibi ısıtıyor yine ellerimi. Gelecekteki ellerime bakıyorum. Sımsıkı tutuyorum, öpüyorum. Onun bazen günlerce aynı sahnede kalmış gözlerine bakarak, dünyanın bin türlü telaşının arasında huzur ve güven bulduğum tek adresin o olduğunu düşünerek ve yaradanın verdiği derde de şükrederek;
“Ya Rabbi’m buna da razıyız. Yeter ki canı yanmasın. Bir yeri ağrımasın…” dualarıyla, sığındığım limanıma sevgiyle sarılıyorum. Şairin sözleri geliyor aklıma “Ne cenneti merak ediyorum, ne de cehennemi; çünkü ben annemi gülerken de gördüm ağlarken de.” Anne huzurunu sevgisini bilmeyenler, cennetin yerini asla öğrenemeyecekler…
SON YAZILAR