Türk Siyasal Hayatı sürekli bir badire ve krizlerle geçmiş. Türk siyasetine şöyle baktığımızda, siyaset nehrinin hiç doğru düzgün yatağında akamadığını görürüz.
Siyaset, ülkemizde nedense daha çok “karşıtlıklar” ve “etki-tepki” ekseni üzerinden sürdürülmüş. Siyasette yer alan siyasal partiler, yine her nedense milletimizin mukaddes değerlerini kullanarak, siyaset etmekten de imtina etmemişlerdir.
Türkiye’mizdeki siyasetin ana sorunlarına ve yapısal noksanlıklarına bir baksak… Öncelikle, siyaset kurumunun doğru düzgün ayaklarının üzerinde durmadığını müşahede ederiz. Ya içeride siyaset kurumu dışındaki aktörlerin, siyasete müdahalelerini görürüz, ya da sınırlarımız dışından emperyalist ülkelerin, siyasetimizi dizayn etme gayretkeşliklerine tanıklık ederiz.
Türkiye’de siyaset iki ana akım üzerinden seyretmiştir. Bir tarafta arkalarına köy ağalarını, çiftçileri, unutulmuşları, bir kenara itilmişleri alan sağcı/sağ partiler… Bir tarafta daha evrensel değerler üzerinden siyaset gütmeye çabalayan; özellikle temel insan hak ve özgürlükleri, demokrasiyi, hukuk devletini, sivil toplumu, erkler ayrılığını, işçi haklarını, toplumsal dayanışmayı gözeten sol/sosyal demokrat partiler.
Bu iki akım üzerinden siyaset merkezleri, “üretebildikleri” kadar siyaset üretmişlerdir. Türk siyaseti üzerinde duracağım ilk husus, siyasetçilerimizin, nedense siyaset yaparken pek “samimi” olmamalarıdır. Siyasal değişimler ve kırılmalar Türkiye’de, hep yeni bir sayfa açma vaadiyle yeşermiştir.
Genç Cumhuriyet Türkiye’sinde 1946 yılına kadar tek parti iktidarı mevcuttu. Bugün, siyasal gücü elinde bulunduran muktedirlerin sürekli eleştirdikleri İsmet İnönü sayesinde, ülkemiz çok partili demokratik yaşama geçebilmiştir. Yani, o çok eleştirdikleri “Milli Şef” İsmet İnönü, tek adamlıkta ısrar etseydi, ülkemiz çok partili demokratik parlamenter rejimi tecrübe edebilir miydi?
* * *
Türkiye’de 1946 yılında, İsmet İnönü’nün çok partili yaşama geçiş iradesi, aslında siyaset deneyimimiz açısından da pek çok şeyin miladı olmuştur. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti (DP), böylelikle demokratik kültürün yeşermesinde, çoğulculuğun içselleşmesinde, oydaşma gibi siyasal hareketlerde öncü olmuştur.
Demokrat Parti’nin iktidarı, geniş kitlelerin siyasete eklemlenmesi durumunu doğurmuştur. Bu bağlamda, ilerleyen dönemlerde, sanırım insan olmanın bir zaafı, beşer şaşar misali, DP’nin iktidarının o ilk dönemki parıltılı zamanları gitgide ivme kaybetmiş, ve siyasal hayatımızda hiç istemeyeceğimiz hadiselerin de baş göstermesine neden olmuştur.
Buradan gelmek istediğim husus… DP, geniş kitlelerin çaresizliğinin, adam yerine konmanın bir temsiliyeti iken, birden toplum üzerinde tahakküme yönelmesi, farklı seslerin kısılmasına yönelik girişimlerde bulunulması, meclis içinde DP milletvekillerinden oluşan bir “Tahkikat Encümeninin” oluşturulması ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin siyasetsizliğe iteklenmesi gibi nahoş hadiseler, gelecek bağlamında siyasetimizin aksının kırılmasına ve seçmen vatandaşların da sömürülmesine neden olmuştur.
Türkiye’de siyaset kurumunun aşınması ve siyasetçilerin varlık nedenlerini unutmaları, Türkiye’de siyasetin dediğim gibi mecrasından sapmasına neden olmuştur. Her şeyden önce, belki de zamanlama babında erken geçilen çok partili yaşamın içselleştirilememesi, siyasetçilerin hem içte hem de dışta dönem dönem esen rüzgâra ram olmaları, tarihte çok kayıplara ve acılara vesile olmuştur.
İşte Türk siyasal hayatında, ordunun, askerlerin siyasete müdahil olmaları, kendilerine “görev biçmeleri”, kendilerine misyon belirlemeleri gibi hukuk düzeninin dışındaki gelişmeler, siyasetimizin üzücü olaylarla anılmasına da neden olmuştur.
27 MAYIS 1960 ihtilali, siyaset tarihimiz açısından bir “kara lekedir”. Benim kendi şahsi görüşüm bu yöndedir. Öte yandan, siyaset yelpazesinin sol kesiminde yer alanlar açısından ise, 1960 ANAYASASI, döneminin çağdaş anayasası diye adlandırılan bu anayasa, bu ihtilalin bir sonucudur. Ne olursa olsun, siyasi saiklerle bir dönemin lekelenmesi ve siyasetçilerin idamı kutsanamaz.
* * *
27 Mayıs darbesi, dediğim gibi, ilerleyen dönemlerde askerler nezdinde, siyasetçinin güvenilmez biri olduğu algısını doğuracak, hatta siyaset kurumunun siyasetçilere bırakılamayacağı, ve yine hatta memleketi siyasetçiye rağmen yönetmenin zihni dünyasını inşa edecektir. Bu ihtilal dönemleri, ilerleyen dönemlerde de etki-tepki meselesi üzerinden yine ülkemizde çok acı olaylara-idamlara- neden olacaktır.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan darbe teşebbüsleri, artık Türkiye’de siyaseti dizayn etme araçları olarak kullanılacaktır. Genç Türkiye Cumhuriyetimiz, neredeyse her 10 yılda bir ihtilal kâbusu yaşamış, siyasal ve ekonomik istikrardan da arka kalmıştır. Bu bağlamda, Demokrat Parti’nin öngörüsüz ve hırslara yenik düşen politikaları sonucunda, darbe dönemlerinin açılması, ve vesayet denen rejim unsurunun yaşamamıza girmesi, siyasetin kendi göbek bağını kendi kesememesine sebep olmuştur.
Sağ ekol tarafından sürdürülen siyasalar nasıl ki siyasette bir dejenerasyona neden olmuşsa… İlericilik ve devrimcilik adına yapılan askerî hamleler de ülkemizin demokrasi ve sivil siyaset algısını kötü etkilemiştir. Siyasetimiz nedense dediğim gibi, bir bakıma rövanş histerisi ve tepki üzerinden yol almıştır. Sağcı ve İslamcı dediğimiz siyasal hareketler, 70’li yıllarla beraber canlanmış, DP’nin devamı gibi bir algıya neden olmuşlardır.
Kentleşme ve modernleşme ile beraber siyasetimizin rengi de değişime uğramıştır. Öncelikle sağ partilerin köy ağalarıyla ortak hareket etmeleri, ve çok büyük bir parametre olan cemaatlerin siyasete eklemlenmesiyle, siyasetin işlevi ve gayesi de değişmiştir. Devlet arazilerinin aşırı kentleşme ve gecekondulaşma yüzünden yağmalanması ve talan edilmesi, öncelikle yukarıdan aşağıya sonra da aşağıdan yukarıya yağma siyasetine neden olmuştur.
Popülist siyasetçilerin demagojiye ve mukaddes değerlere yönelmeleri, masum seçmen vatandaşlarımızı slogan ve propaganda ile uyutmaları, ilerleyen süreçlerde siyasetimizin yozlaşmasına ve siyaset kalitemizin de vasatlaşmasına neden olacaktır. Türkiye’de şöyle baktığımızda, din-tarım toplumundan geçmiş bir devlet olmamız ve toplumumuzun gelenekleriyle moderniteyi bağdaştıramaması, siyaseti, siyasetçiler açısından akçeli işlerde de kullanılması için elverişli bir araç yapmıştır.
* * *
Merhale merhale ilerlediğimizde, siyasetin içinde iki farklı amaç dışı girişimlerin olduğunu görürüz. Her şeyden önce, ülkemizin Müslüman olması hasebiyle pragmatist siyasetçilerin, siyaset düsturlarını mukaddes İslam dinimiz üzerinden yürütmelerine vesile olmuştur. Yani, darbelerle ve sokak çatışmalarıyla istikrardan ve huzur ortamından uzaklaşan Cumhuriyet Türkiye’miz, camii ve kışla ikileme arasında kalmıştır.
İdeolojilerine ve dünya görüşlerine aykırı olmalarına rağmen, işbaşına gelen sağ partiler, nedense liberal ve kapitalist ekonomik politikaların dümen suyundan gitmişlerdir. Dediğim gibi, kentleşme ve kırsal kesimlerin boşalmasıyla beraber Türkiye’nin sosyolojik yapısı değişiyor ve siyasette bu değişen sosyolojik yapıya istinaden kendine rol biçiyordu. İslami partilerin 70’li ve 80’li yıllarda güç kazanması ve yavaş yavaş, “sindire sindire” siyaset kurumu içinde yer almaları, toplumumuzun siyasal davranışlarında ve seçimlerinde de etkili oluyordu.
İşte bizim siyaset kültürümüz her nedense bize benzemekte ve bize has özellikler taşımaktadır. Siyasal yozlaşmalar, siyasetçiye güvenin yerlerde gezinmesi, kentlerde öbekleşen yoksul ve yoksun geniş kitlelerin sömürülmesi, tüm bunlar siyasi kalitemizin düşüklüğüdür.
Demokrasi, kurum ve kuralların olduğu bir yönetim biçimidir. Demokratik bir rejimde keyfiyete asla yer yoktur. Demokrasi, vatandaşların siyasal haklarını belirli bir dönem için yine kendileri gibi olan vatandaşlara- yani siyasetçilere- devretmesidir. Dediğim gibi çağdaş bir demokrasi ve hukuk devletinde kurum ve kurallar vardır. Siyaset, siyasetçiler tarafından yürütülür.
Ama, Türkiye’de siyasetçilerin, milletin saf ve temiz duygularını, kendi emelleri ve hedefleri için istismar etmeleri ve dahi sömürmeleri, ülkemizde dörtbaşı mamur bir siyasal rejimin olgunlaşmasına engel olmuştur. Siyasetçilerin güvenilmez insanlar olduğu algısının yaratılması, ülkeyi dönem dönem bataklıklara sürüklemeleri, esasında ülke idaresinde nepotizme ve popülizme kaymaları, işte bizim yıllardır marazalarımız olan, cemaat ve tarikatlar ile ordunun, ülke yönetimine ortak olmalarına neden olmuştur.
İşte “askerî vesayet ile jüristokratik vesayet” siyaset içinde etkinlik kazanmaya başlamıştır.
* * *
Türk Silahlı Kuvvetlerin, siyasal sistemde ve ülke idaresinde etkin olması, onun cumhuriyetimizin kuruluş aşamalarında başat rol oynamasından gelmektedir. Ordu, ülkemizin Anadolu coğrafyasında en baştan ulus-devlet modelinde kuruluş aşamasında en büyük hizmetleri göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, üniter ulus devlet modelinde inşa edildiğinden, bu bağlamda ordunun kendisini tarihten gelen bir anlayışla rejimin yegâne banisi addetmesi, meşhur TSK İÇ HİZMET KANUNUNUN 35. maddesinden dayanak alarak siyasal işleyişe müdahale etmesinin meşruiyetini yaratmıştır.
Tüm bu ilerlemeler bağlamında, artık ordumuz, 27 Mayıs darbesinden itibaren heran tetikte olmak kaydıyla Türk yurdunun savunulması ve kollanmasında kendine politik misyonlar da biçmiştir. Soğuk Savaş dönemi boyunca, ülkelerin dahil oldukları ittifaklara binaen, yani S.S.C.B’nin dağılmasına kadar Batı kampında tehlike “komünizm” idi, bu doğrultuda da ordu tavrını sol ideolojilerin tehdit algısına göre tanzim ediyordu. Yine ordunun bir diğer tehdit algısı, 83 yılında başlayan bölücü terör örgütlerin faaliyetleri idi.
Genel olarak söyleyecek olursak… Türkiye’de tehdit algısı ve varlık nedeni olarak ordunun siyasete müdahil olması, biraz da siyasetçilerin basiretsizliğinden, hukuk zemininde doğru dürüst memleket işlerini halledememelerinden, yine kendi hırslarının kurbanı olarak sistemin tıkanmasına neden olmalarıdır.
1980 dönemi sonrasında, komünizm tehlikesinin ortadan kalmasından sonra, ordunun yeni tehdit algısı, bu sefer “irticai faaliyetler” üzerinden olumlanmaya başladı. Yeni öcü bu sefer İslami partilerin laik demokratik rejimi 29 Ekim 1923 öncesine rücu edecekleri inancıydı.
Biraz da politikacıların adamsendecilikleri ve siyasal ahlâktan yoksunlukları, siyasetin epeyce yozlaşmasına, seçmenin göç ettiği kentlerde içine düştüğü açmazlarda cemaatlerin ağlarına düşmelerine, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya yağma ve talan düzeninin olağanlaşmasına, dinin ve kışlanın siyasette etkinliğine ivme kazandırmıştır. Türkiye, siyasal yozlaşmanın olduğu dönemden beridir, camii-kışla arasında sıkışıp kalan siyasal düzende, laik demokratik cumhuriyetini hem içeride hem de dışarıda ayakta tutmaya çabalıyor.